29. İstanbul Tiyatro Festivali sahnesinde tiyatroseverlerle buluşmaya hazırlanan New York Üçlemesi hazırlanma süreciyle de dikkat çekiyor. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz yazar Paul Auster’ın bizzat temas ettiği ve onay verdiği son projelerden biri, bu yıl festival sahnesinde hayat buluyor. Mendjisky, oyunu geliştirme sürecinde Auster’a otuz sayfayı aşan mektuplar yazdı; bu yazışmalar, iki sanatçı arasında yaratıcı bir ortaklığa dönüştü.

New York Üçlemesi'ni sahneye uyarlayan Igor Mendjisky, Paul Auster ile Claire David aracılığıyla Actes Sud Papiers’de yaptığı yazışmaların özetini içeren "defter"i paylaştı. En Votre Compagnie ekibinin paylaştığı bu defter, uyarlamanın taslaklarından oluşan yaklaşık otuz sayfalık bir ekle birlikte geldi. Paul Auster da Eylül 2022’de okudu.

Defter

9 Temmuz 2022

- Merhaba Claire, Paul Auster ile irtibata geçmek istiyorum.
- Neden?
- Uzun bir zamandır New York Üçlemesi’ni tiyatroya uyarlamak istiyorum.
- Gerçekten mi?
- Evet. Bu sana mümkünmüş gibi gözüküyor mu?
- Bak, onu iyi tanıyorum, eserleri üzerine yapılan gösterileri hiç sevmez. Hiçbirini başarılı bulmaz. Bu yüzden haklarını çok nadiren verir. Hele ki üçleme için neredeyse hiç vermez.
- Neden?
- Çünkü artık bu üçlemeden bahsedilmesinden bıkmış durumda.
- Tamam. Peki ona yazacağım mektubu kendisine iletebilir misin?
- Evet kesinlikle.
- Ona bir aşk mektubu yazacağım.
- Eğer ona bir aşk mektubu yazarsan, belki işe yarar. Aşk mektuplarını sever.

17 Temmuz 2022

Sevgili Paul Auster,
Benim adım Igor Mendijsky (…)
Size bu uyarlama hakkındaki düşüncelerimi anlatmak isterim, ama açıkçası henüz kağıda dökmedim, nasıl anlatayım diye düşünüyorum. Profesyonel oyuncularla eseriniz üzerine yaptığım bir atölye deneyiminden şunu öğrendim: Sahne, kelimelerinizin ve üçlemenizde iç içe geçen hikâyelerin gücüne karşı koyamaz; tamamen onlara teslim olur. Ayrıca, “Babamın Tanrı Olduğunu Sanıyordum” adlı antolojinizi de kullanmayı planlıyorum. Bir radyo programı olacak ve bu program, gösterinin tamamında kırmızı bir iplik gibi ilerleyecek. Belki o programın sunucusu, gizli oda karakteri olur, kim bilir? Bildiğim ve hissettiğim şey şu: Eğer izin verirseniz, Work Quinn’in her yerde yanında olacak ve onunla etkileşimde bulunacak. Belki de “Revenants” tek bir oyuncu tarafından bir çeşit komedi kulübünde seslendirilecek ve bu kulübün izleyicileri yavaş yavaş hikâyenin oyuncularına dönüşecek. Hayalimde, sahnede bir piyano olacak ve üç ana karakter bu piyanoyu çalacak. Oyuncular ise farklı romanlardaki çeşitli karakterleri canlandırarak, üç hikâyede çizdiğiniz karmaşayı anlatmaya çalışacaklar.

Size itiraf etmeliyim ki, yıllardır bunları düşünüyorum ve hatta “vizyon” kelimesi bile beni derinden düşündürüyor. Size adeta bir nefes tasvir etmem gerekiyormuş gibi hissediyorum ve açıkçası bunun biraz saçma olduğunu düşünüyorum. Bu uyarlamaya yazınızın gücünü nasıl katabilirim? Bilmiyorum, ama içimde bunu yapacak gerekli şeylerin olduğunu hissediyorum. Yıllardır sizi okuyorum, yazınız ve karakterleriniz beni etkiliyor, sarsıyor, harekete geçiriyor ve artık bunu sahnede nasıl yansıtacağımı biliyorum sanıyorum. Belki de sahnede karakterlerinizi yaşatma isteğim, aslında kelimelerden çok daha fazlasıyla ilgili. Tüm bunlar, sadece bir his meselesi. Genellikle, bir şeyi sahneye koyma nedenimizi ve nasılını, gösteri seyirci karşısına çıktıktan sonra daha iyi anlarız. Size yazdığım fikirleri, bu uyarlama için olası bir vizyonu tartışmayı, yazınızın bende nasıl aktığına bakınca pek uygun bulmuyorum. Söyleyebileceğim şey şu ki: Projenin yönetmeni olarak eğer kabul ederseniz, vizyonum ve çalışmam da sahnede, organik bir şekilde var olacak. Yıllardır “ham ve kutsal tiyatro”ya, oyuncuların yaratıcılığına, Peter Brook’un boş sahnesine ve gerekirse hikayeyi destekleyecek dekor, aksesuar ya da video gibi araçlara inanıyorum. Nasıl ki bir kitap okuyucuya hayal gücüyle yolculuk yaptırıyorsa, tiyatronun da aynı güce sahip olduğuna inanıyorum. Gösterinin üç bölümden oluşacağını düşünüyorum, her biri yaklaşık bir saat ya da bir saat yirmi dakika; “Hayaletler” muhtemelen daha kısa olacak.

Sahneye uyarlarken yapacağım kesmeler ve düzenlemeler, üçlemenin özüne ya da hikayesine zarar vermeyecek. En büyük hedefim, sizin kelimelerinizin bende ve izleyicide uyandırdığı duygulara en yakın olmak. Size bu satırlarda şunu söylemek istiyorum: Yazınız benimle ve benim iç dünyamla öyle bir bağ kuruyor ki, kelimelerin yetmeyeceğini şimdiden biliyorum. “Kelimeler” diyorum, çünkü asıl yazmak istediğim şey bir sessizlik; derinliklerin, yalnızlığın, yaratıcılığın sessizliği; fırtına sonrası sessizlik, aşk sonrası sessizlik, Hamlet ya da Oedipus sonrasındaki sessizlik. Belki de aslında bir şeyi ya da birini, ailemden biri gibi tanıyorum. Adını tam koyamadığım ama sahneye taşımak istediğim organik ve etkileyici bir şey bu. Jacques Brel der ki: “İnsanlar diseksiyonu sever, kurbağalar ise nefret eder…” İşte ben biraz kurbağa gibiyim; içimi detaylıca parçalayıp analiz etmekte zorlanıyorum ve tiyatronun gizeminin, görünmeyenin bana bu okuduğumda hissettiğim sarsıntı karşısında cevaplar ya da en azından sorular sunacağına inanıyorum. Belki de şeylerin anlamını düşünmemek gerek. Size söyleyebileceğim tek şey, yazınızın iç dünyamı bir tsunami gibi sarstığı; beni hayal kurmaya, düşünmeye, felsefe yapmaya, yazmaya, yemeye, müzik dinlemeye, sevmeye, koşmaya, yaşamaya teşvik ettiği.

Bugün size gösterinin tam olarak nasıl görüneceğini yazmak yalan olurdu ve bu, sizin hem yazar hem de insan olarak benimle kuracağınız ilişkiye garip bir başlangıç olurdu. Pablo Picasso’nun dediği gibi, “Bir şeyi tam olarak nasıl yapacağını biliyorsan, onu yapmanın ne anlamı var?” İşte tam da bu noktadayım.

O yüzden sanırım size kendimi en iyi tanıtmanın ve güveninizi kazanmanın yolu, üç romanınızı özgürce uyarlayarak büyük bir gösteri yaratacağıma ve yazınızın, evreninizin tam da o gösterinin merkezinde olacağına kesinlikle inandığımı açıkça söylemek.

Şimdi başlıyorum: Merhaba Paul Auster, ben Igor Mendjisky, 39 yaşındayım. İki çocuğum var, Lilah ve Roméo. Babam mitomanyak ve dolandırıcı bir ressamdı, New York’u resmetmeyi ve sokaklarında kaybolmayı çok severdi. Dört yıl önce vefat etti ve ölümünden sonra İsviçre’de kasalarda saklandığı söylenen Monet, Signac, Modigliani tabloları talep edildi. O tablolar ve kasalar hiçbir zaman var olmadı, hepsi babamın kafasındaydı.

Bunun sonucunda, babayla, onun karizmatik kişiliğiyle başa çıkmanın zorluğunu anlatan uzun bir oyun yazdım.Ben oyuncuyum, yönetmenim ve yazarım. Her insanın – artık farkında olmasa bile– şiire yöneldiğine inanıyorum; kolunu uzatıp bulutlara vurur, kar yağdırmak ister; sonra daha da uzanır, vurur, tekrar vurur, ta ki yıldızlar düşene kadar. Sanat, kaosa bir biçim verir. Bilmiyorum Bay Auster, ama şu an içimden geçen tek şey şu: New York Üçlemesi’ni sahneye koymayı gerçekten çok istiyorum. Her yere renk serpmek, kendimi boyamak, karakterleri hayal etmek: kırmızı, siyah… Onlarla tanışmak: yeşil, beyaz… Onları yutmak, onların beni yutmasına izin vermek ve sonra mavi olarak geri çıkmak. Belki ben bir bulutsuyum, bir magma, sınırları belli olmayan bir hayaletim. Elbette başka bir projeye başlayabilirim ama içimden bir şey diyor ki: Kendi yazıma yeniden dönebilmem için önce sizin yazınızın içinden geçmem gerekiyor. Kendimi kaybediyorum, sonra yeniden başlıyorum.

Merhaba Paul, ben Igor Mendjisky. Polonya kökenli bir Yahudi ailenin çocuğuyum, Fransa’nın güneyinde doğdum. Aslında öyle “ben” diyeceğim net bir varlık yok belki de. Kim olduğumu, sınırlarımı başkalarıyla, okuduklarımla, sizin gibi beni var eden yazarlarla birlikte çiziyorum. Hepimizin içinde, adı olmayan bir şey vardır; ve işte biz, o şeyiz, diyordu José Saramago. Benim bildiğim şu: Yönetmen ve yazarım, çünkü şu anda size bu isteğimi yazıyorum. Kelimelerin arasına gizlenmiş bir şekilde, eğer bu bir gösteri olacaksa, nasıl bir şey olacağını hayal ediyorum. Bilgisayarımın başındayım, Paris’teyim, dışarısı otuz beş derece, hava boğucu. Chet Baker’ın “It’s Always You” şarkısı çalıyor. Belki de gerçeklik diye bir şey yoktur. Lanet olsun, sürekli dönüp duruyorum, dönüp duruyorum. Yeniden başlıyorum, bu kez doğrudan size sesleniyorum Paul Auster: Hiçbir sonuç kesin değildir. Söyleyeceklerimi biraz da çekinerek söylüyorum. Neden yazınızı sahneye koymak istediğimi soruyorum kendime, ama aynı anda bu sorunun cevabını umursamıyorum da.

Belki bana güleceksiniz, belki de bu işi çok kötü ele aldığımı düşüneceksiniz. Ama önemli olan, sizin yazınızı nasıl okuduğum, ona tekrar tekrar dönme isteğimin ne kadar yoğun, ne kadar takıntılı olduğu. İşte bu his, yüzüme çarpıyor ve diyor ki: Ona yazmalısın, kelimeleriyle bir proje yaratma isteğini anlatmalısın. Gösteriler sahneye koymak benim mesleğim artık. Bu sözlerimde hiçbir kibir yok; sadece on beş yılın getirdiği deneyimle söyleyebiliyorum ki, ortaya çıkacak şey güzel olacak, hatta belki çok güzel. Bundan gerçekten eminim. Bakın Paul, size yazarken, bu mektuba üç gün önce başladığımdaki kişiyle aynı kişi olmadığımı hissediyorum. Sizinle birlikte değişiyorum, dönüşüyorum. Bu dönüşümün neye benzeyeceğini artık bilmek istemiyorum. Sadece, tıpkı insanın yürümeye ve kaybolmaya çalışırken yaptığı gibi, onu kabul etmek istiyorum. Kendimi kaybediyorum.

Son bir kez daha başlıyorum: İyi akşamlar Paul, Umarım iyisindir ve bulunduğun yerde hava çok sıcak değildir. Benim adım Igor. Senin yazını sahneye taşımak istememin motoru çok büyük bir motor — inanılmaz bir gürültüyle çalışıyor, içinde muhtemelen bir at sürüsü var ve senin üçlemen gibi inanılmaz bir arabayı rahatlıkla yola çıkarabilecek güçte. Bu isteğim, karanlıkta ve ışıkta bir yerde duruyor. Tam olarak kavrayamadığım bir şeyin içinde. Belki de Cézanne’ın, Monet’nin ya da Turner’ın bir tablosuna bakarken hissettiğimiz o duyguya benziyor: havanın renklerini görürüz, müzedeyken yüzümüze rüzgâr değmiş gibi olur, oysa rüzgâr yoktur. Renklerin bir sesi, bir titreşimi olduğunu hissederiz. Salinger bir yerde şöyle diyordu: “Bazen sevdiğimiz yazarın bizimle çok yakın bir arkadaş olmasını isteriz, istediğimiz zaman onu arayabilmek için.” İşte ben de sana yazıyorum Paul Auster. Seni arıyorum. Çünkü seni tanımıyor olsam da, hayatımda olduğunu hissediyorum. Lütfen… elbette izin verirsen, renklerini ve fırçalarını bana ödünç verir misin? Senin kelimelerinle tiyatro yapmak istiyorum. Tıpkı bir çocuğun, oynamak için abisinden izin istemesi gibi… 2024/2025 sezonunda “New York Üçlemesi”ni özgürce uyarlayıp sahnelemek için senden izin rica ediyorum.

Olası bir yanlışlık için şimdiden özür dilerim.
Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum.
Saygılarımla ve hayranlığımla.

27 Temmuz 2022

- Alo?
- Igor, ben Claire David.
- Merhaba Claire.
- Paul mektubunu okudu be mektubundan çok etkilendi. Proje hakkında daha fazla bilgi istiyor.
- Yani?
- Bunu nasıl yapacağını bilmek istiyor. Sadık bir uyarlama mı olacak yoksa bir esinlenme mi? Kelimelerden çok ruh haline mi odaklanacaksın? Ona bir çeşit ön taslak sunmanı istiyor. Ve neden New York üçlemesi - neden başka bir roman değil?
- Tamam. Bu biraz vaktimi alacak. Tünelin sonunda ışık olduğunu düşünüyor musun?
- Evet. Bana daha önce hiç bu kadar hızlı geri dönmemişti. Sana diyorum, ilgisini çekti. İyi tatiller.

25 Ağustos 2022

Sevgili Paul Auster,
(…) Neden New York üçlemesi? Neden başka bir roman değil?
Sizi yeniden okuyorum, yazıyorum. Düşündükçe birkaç cevap beliriyor zihnimde:
İlk olarak, bu üç romanı okurken hissettiğim şey şu oldu: Siz bu kitapları yazarken benim şu anki yaşıma çok yakın bir yaştaydınız. Ve bu romanlardaki ana karakterler, şu anda benim içinde bulunduğum sorgulamaların içinden geçiyorlar. Kimliğe dair bu arayış — sanki hayatın öğle vaktinde, günün tam ortasında beliren — kırklı yaşlara yaklaşırken dünyayı başka türlü algılamaya başlama hâli... İşte bu yüzden, belki de oldukça açık, hatta organik bir biçimde, gözüm New York Üçlemesi’ne dönüyor.

Duruyorum. Düşünüyorum. Yazıyorum.
Bu arayış... aynı zamanda bir tür kaybolma hâli olarak da okunabilir... Babamın ölümünden beri güçlü bir biçimde kapımı çalıyor. Sanki sizin romanlarınızdaki karakterlerin taşıdığı yaralar, benimkilerle üst üste biniyor. “Yara” derken kastettiğim şey, o tuhaf boşluk — bizi yazmaya iten o şey. Bugünlerde zamanın temposunun değiştiğini hissediyorum. Sanki bindiğim tren artık bana sadece ileriye bakmayı değil, geriye dönüp bakmayı da mümkün kılıyor. Artık büyüyor muyum, yaşlanıyor muyum emin değilim. İnşa ettiğim şeylerle birlikte ilerliyorum ve fark ediyorum ki hayatta “taslak” ile “temiz kopya” diye bir ayrım yok. Aslında taslağın kendisi zaten asıl metin. Ve onunla yaşamayı öğrenmek gerekiyor.

Bir süre duruyorum. Ve sonra bilmiyorum... Belki de bilinçsiz bir şekilde, sizin üslubunuzda bir tür benzerlik — ya da en azından bir benzerlik umudu— görüyorum. İçimden geçen şu oluyor: Keşke böyle bir şey yazmış olsaydım. Hem ham, hem kutsal bir şey. Bu, benim kendi yazılarımda ve sahneye taşıdığım işlerde aradığım bir şey. Yalnızlıkla ve yaratımla temas eden bir şey.

Sizi tekrar okuyorum. Peter Brook’u okuyorum. “Şeytan can sıkıntısıdır,” diyor. Yazıyorum.

İkinci olarak, edebiyatta ve özellikle tiyatroda en sevdiğim şeylerden biri mise en abyme — yani hikâyenin içinde başka hikâyeler açılması, yansımalar yaratılması. Siz bunu üçlemenin tamamında öylesine ustalıkla kullanmışsınız ki, bunun sahneye aktarılması bence çok etkileyici olabilir. Bu, tiyatroda çalışmayı en sevdiğim anlatım biçimlerinden biri. Ve hissediyorum ki, bu metin sahneye taşınırsa, anlatı ilerledikçe olağanüstü güçlü bir şey ortaya çıkabilir. Sizin kağıt üzerinde kurduğunuz o belirsizlik, o karmaşayı sahnede canlandırmak — benim için büyüleyici bir arayış olurdu.

Uzun bir zaman geçti. Saatlerce tavana bakıyorum. Sıcak ve soğuk çay içiyorum. New York'a ait fotoğraflara ve tablolara bakıyorum. Hopper, Keith Haring, Basquiat, Reginald Marsh… Babamı düşünüyorum, yazıyorum.

Üçüncü neden muhtemelen en kişisel olanı. Sanırım babamın resimlerinden geliyor. Güney Fransa’da, Saint-Paul-de-Vence adında küçük bir köyde büyüdüm. New York’a dair gördüğüm tek görüntüler, babamın o çok sevdiği şehrin tablolarıydı. Bir tür taklit duygusuyla, farkına varmadan, çok küçük yaşımdan itibaren bu şehre karşı bir hayranlık geliştirdim. Bugün geriye dönüp baktığımda beni en çok şaşırtan şey, o şehri ne kadar çok sevmiş olduğum — ama kendi gözlerimle değil, onun gözleriyle, onun resimleriyle, onun renkleriyle. Bu sevgi beni yıllarca taşıdı. Büyüyünce kendi bakış açımı oluşturabilmek için birkaç kez New York’a gitme şansım oldu. Ama tüm o gezilere, sokaklarda başıboş dolaşmalarıma rağmen, onun New York’unun içimde silinmez şekilde yer ettiğini fark ettim. Bu duygu artık bana rahatsızlık vermiyor. Aksine, bir tür eşlik gibi hissediyorum. Ama galiba bu duygu aynı zamanda bana neden bu üçlemeyi sahneye koymak istediğimi de anlatıyor. Bu şehirle kurduğum o derin, köklü ilişkiyi deşme arzusu…

Duruyorum. Ay Sarayı ve Yalnızlığın İcadı’ndan bazı bölümleri yeniden okuyorum. Pinokyo bölümünü.

Sanırım bazı adımlardan kaçamıyoruz. Babamın New York’taki adımları, nedenini tam olarak bilemesem de, bana yürümem gereken yolu gösteriyor. Bunu yazmak tuhaf geliyor ama Quinn’in Stillman’ın babasını takip etme ihtiyacıyla, benim kendi babamın izinden gitme arzum sanki birbirine karışıyor. Komik aslında, bunu yazarken bu kelimelere varacağımı hiç düşünmemiştim. Belki şöyle bir şey yazacağımı sanıyordum: “Sevgili Paul, bu üç romanı ilk kez okuduğumda, babamın tablolarını düşündüm. Ve dedim ki: İşte bir yazar, kendi şehrini anlatmayı gerçekten biliyor. Bizi o şehirde hem yüzeyde hem derinlerde gezdiriyor.” Evet, bunların hepsi doğru. Ama şu an geldiğim yerde, artık şuna inanıyorum: Hayatta sadece tesadüfler var. Kelimelerin tesadüfü, öğleden sonranın tesadüfü, cevabın tesadüfü. Ve bu tesadüf beni şu sonuca getiriyor: Bu üçlemeyi sahneye koymak istememin nedeni, bir şekilde babamın izinden giderek onu daha iyi tanıyabilmek… Ve aynı zamanda onun yolundan özgürleşebilmek olabilir. Tuhaf. Hele ki babam hayatının son yirmi yılını “fotoğrafik kübizm”e adamış bir adamken. New York fotoğraflarından oluşturduğu kolajların içine sık sık kendini — hatta beni — yerleştirirdi.

Artık yatmaya gidiyorum. Geç oldu ve yazdıklarımı beğenmiyorum. Bir sonraki paragraf da hoşuma gitmiyor. Kendimi kötü bir akademisyen gibi hissediyorum, ilkokulda ödev yapan biri gibi. Sorduğunuz sorulara yüzeysel cevaplar verdiğim izlenimi var içimde ve bu beni derinlemesine sıkıyor.

Sabah çok erken uyanıyorum ve fikirlerimi başka bir şekilde düzenlemeye çalışıyorum.

Sizi tekrar okuyorum, yazıyorum (…)

Sahnede sadece atmosfer ya da sadece kelimeler olmayacak — umarım bundan fazlası olacak. Sizi okuduğumda karnımda olup biten her şey de orada olacak. Bu üç romanı bir tür pop-up kitap gibi düşünmeye çalışacağım: Yani, sizin yazdığınız metni üç boyutlu hâle getirmenin yollarını arayacağım.

Son yıllarda Bulgakov’un Usta ile Margarita eserini sahneye uyarlamış biri olarak, kullanacağım yöntemi — eğer buna bir “yöntem” denebilirse — artık az çok biliyorum sanırım. “Az çok” diyorum çünkü aslında biliyorum ki, en doğru uyarlamaya ulaşmadan önce birkaç kez yanılmam gerekecek. Yine de, hissediyorum ki bu süreç, önceki uyarlama işlerime oldukça benzeyecek.

Bu cümle sıkıcı geliyor bana, kesmek istiyorum ama sizin yerinizde olsam ve biri romanımı sahneye koymak istese, hangi yöntemle yapacağını bilmek isterdim. O yüzden bu yoldan geçmek zorundayım gibi hissediyorum.

Duruyorum. Bu açıklamaya, içimde ilkokul ödevi yazıyor gibi bir korkuyla başlıyorum (…)

İlk etapta arayacağım şey, yazınızın ritmi olacak — tıpkı kalp atışı gibi. Dakikadaki vuruş sayısı gibi, tıpkı müzikte olduğu gibi. Bu ritmi yakalayacağım ve kendi ritmime yapıştıracağım. Yani sizin yazma ritminizi, benim tiyatro yapma ritmime. Bu, çalışmanın en başında yapılması gereken en önemli şey olabilir. Yani müzikaliteyi yakalamak ve hikâyenin öncelikle net bir şekilde anlatılabilmesi için üçleme içinde en doğru parçaları seçmek.

Dolayısıyla, işe ilk olarak bir dramaturji çalışmasıyla başlamak gerekiyor. Ve size itiraf etmeliyim ki, benim için dramaturji kısaca şu anlama geliyor: Bir hikâyeyi yedi yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği şekilde nasıl anlatabilirim? Sizin kelimelerinizle tiyatronun büyüsünü sahnede nasıl ortaya çıkarabilirim?

Eğer izin verirseniz, ilk taslak olarak adlandırabileceğim bir uyarlamayı kağıda dökeceğim — adına kaba bir şekilde “V1 – Hikâye Anlatılıyor” diyebiliriz. Bu versiyonda, bazı sahnelerde bilinçli boşluklar bırakacağım; çünkü bazı anların doğaçlama gelişmesi gerekebilir ya da anlatının yerine sahneye başka türde çözümler sunmak gerekebilir. Demek istediğim şu ki: Tiyatro, sahnedeki canlılık, bazen yazılı anlatının ötesinde çözümler gerektirir.

Düşünüyorum, sizi tekrar okuyorum, yazıyorum.
Bu ilk versiyon yazıldıktan sonra, oyuncu ekibimi bir araya getirip iki haftalık bir prova sürecine gireceğiz. O sırada metnin sahnede neyin işe yarayıp neyin yaramadığını görebileceğim.

Belki bu ilk taslakta bazı karakterlerin iç dünyalarını anlatan anlatıcı bölümlerine yer vereceğim, ama sahnede oyuncu, sizin kelimelerinizle dolmuşken, bu hâli sessiz bir bakışla ya da tek bir hareketle verecek ve o anlatı artık gereksiz hâle gelecek. Eğer bu uyarlama başarılı olursa, tam da bu noktaya ulaşmalı: Sadece hikâyeyi ve yazınızı değil, aynı zamanda satır aralarındaki sessizliği, görünmeyeni de aktarabilmeli. Bu anlamda, provalarda metne eklenen başka bir yazı biçimi daha olduğuna inanıyorum. Size okuyacağım uyarlama versiyonu, provaya gireceğimiz metin olacak, ama emin olun ki oynayacağımız versiyon o olmayacak. O sadece ana çizgiyi verecek; asıl yazı, prova sürecinde doğacak ve bu, kalemle kağıda dökülemeyen bir şey. Work’un sahnedeki varlığı ya da Don Quichotte’un hayaleti gibi şeyler… Onları denemeden bilemeyeceğiz. İşte bu yüzden, sahneleme ve uyarlama süreci benim için bu kadar heyecan verici: Canlı olanın laboratuvarı gibi. Bir hikâyeye nasıl hayat verilir? Seyirciyle oyuncular arasında nasıl bir akış kurulmalı ki, sizin üçlemede sorduğunuz sorular, o anda sahnede de sorulsun? Ve seyirci, tiyatrodan çıkarken sanki bir geçitten geçmiş gibi hissedip hayata yeniden dönsün. Tıpkı günlerce okuduğu bir kitabı bitirdikten sonra olduğu gibi.

Yazdıklarımı yeniden okuyorum ve şunu açıkça söylemem gerektiğini hissediyorum: Eğer bana bu uyarlamayı yapma izni verirseniz, yazınıza sonsuz bir saygıyla yaklaşacağım — ama aynı zamanda sahne için gereken özgürlüğü de sonuna kadar kullanacağım. Öncelikli hedefim, bu üç hikâyeyi sahneye taşımak ve büyük bir tiyatro gösterisi yaratmak olacak. Bunu yapabilmem için, yazar olarak sizin, bazı bölümleri kesmeme ya da uyarlamama kızmayacağınızı kendime söyleyebilmem gerekiyor.

Duruyorum. Sizi ve kendimi tekrar okuyorum.
Artık, bu üç romanın uyarlamasına dair bir rüya taslağını kâğıda dökmenin zamanı geldiğini düşünüyorum. Bu çalışmayı açıklamalarla, küçük notlarla birlikte size sunarak, nasıl bir şeye dönüşebileceğine dair bir fikir kırıntısı vermek istiyorum. “Fikir kırıntısı” diyorum, çünkü dört haftalık bir ön çalışma, elbette bir yıla bedel değil. Claire bana planlar çizmemi önerdi, ama bu planlara — ya da en azından bu deftere — sizin tarafınızdan onay verilmeden, uyarlamaya tam anlamıyla girişmek bana hâlâ ürkütücü geliyor.

New York Üçlemesi

Sanırım projeye bu ismi vereceğim, çünkü bu çalışma sizin üç romanınızın özgür bir uyarlaması olacak.

Cam Kent

Geçmişi acılarla dolu bir polisiye roman yazarı olan Quinn, yanlışlıkla Paul Auster adında bir dedektif sanılmayı kabul eder. Onu arayan kadın, yeni hapisten çıkan dindar bir akademisyen olan Peter Stillman’ı takip etmesini ister. Stillman, çocukluğunda işkence ettiği öz oğlunu öldürmeyi planlamaktadır. Ancak Quinn kısa sürede, bu eski profesörün dünyadaki iletişimsizlik sorununu çözmek için yeni bir dil icat etmeye çalıştığını keşfeder.

Her cümle “belki” ile başlayabilir çünkü bunların hiçbiri bir hipotezden daha ileri geçemiyor.

Belki de dekor, Peter Brook’un tiyatrosundaki gibi boş bir alandır. Bu alan, sahneden sahneye bir apartmana, bir sokağa ya da bir tren istasyonuna dönüşebilir. İçinde hikâyenin ihtiyaçlarına göre değişecek mobilyalar ve aksesuarlar yer alır. Bu boş alanın çevresinde ise gökdelenleri andıran yapılar olabilir. Gerçekte istediğim şey, ortada bir oyun dikdörtgeni ve bu alanı çevreleyen bir New York. Claire size söyleyecektir, benim sahnelemelerim hızlıdır; dekor değişimleri çabuktur, bazen yalnızca ışığın değişmesi bile bizi başka bir mekâna ya da başka bir zamana götürmeye yeter.

Boş alanın yukarısında bir radyo stüdyosu hayal ediyorum. Bir masa, iki mikrofon, loş bir ışık ve dinleyicilere yumuşak bir sesle konuşan bir adam. Şimdilik bu adama 'anlatıcı' diyeceğim; o, gösteri boyunca hep orada olacak.

Sizi tekrar okuyorum. Yazıyorum.

Hayaletler

Roman, New York sokaklarında bir takip sahnesiyle başlar ve çok geçmeden bir kimlik arayışına dönüşür. Karakterlerin adı yoktur: Anlatıcı onlara Mavi, Siyah ve Beyaz adlarını verir. Özel dedektif Mavi, Beyaz tarafından tutulur ve Siyah’ı takip etmesi istenir. Ancak Siyah günlerini hiçbir şey yapmadan geçirir. Takip yıllarca sürer. Mavi her hafta Beyaz’a bir rapor gönderir. Fakat zamanla, sıkıntı ve çöküş karşısında Mavi, bu işin nedenini öğrenmek için Siyah’la yüzleşmek ister.

Yine içgüdülerimle ilerliyorum, bunları nasıl hayal ettiğimi anlatırken. Bu ikinci romanın tiyatroya uyarlanmasında işe yarayacak şeyin, bir kâbusun içinde geçen bir “stand-up” anlatımına benzeyebileceğini düşünüyorum; bir “komedi kulübü” ama aslında hiç komik olmayan bir yer. Beni bunu düşünmeye iten nedeni arıyorum ve kendime şunu söylüyorum: Siyah, Mavi’yle dalga geçiyor, ya da daha doğrusu onunla oyun oynuyor hikâye boyunca; onu bir tür kutuya hapsediyor. Biz Fransa’da küçük tiyatrolar için “kara kutu” deriz, bilmiyorum ABD’de de öyle mi. Benim aklımdaki sahne şöyle bir şey: Büyük bir sahnenin ortasında küçük bir sahne — bu küçük sahneyi çevreleyen masalarda, hikâyeyi dinleyen oyuncular oturuyor. Belki mekânın havası, atmosferi David Lynch’in filmlerini andıracak; hem baştan çıkarıcı hem de ürkütücü bir yer. Rüyanın gerçeğe şiddetle çarptığı bir alan. Shakespeare’in Macbeth’inde dediği gibi: "İnsan yürüyen bir gölgedir." Belki zaman zaman sahte kahkahalar yankılanacak salonda ve hikâyeyi dinleyen oyuncular bir anda anlatının içine girip onun parçası olacaklar. Mavi’nin hemen yanında bir askılık duracak; üzerinde takibi sırasında kullandığı tüm kostümleri asılı olacak, tıpkı bir tiyatro oyuncusunun sahne kostümleri gibi. Kendi hikâyesini anlatmaya hazır siyah bir palyaço gibi… Sahnenin bir köşesinde ya da üst kısmında ise Siyah’ın dairesi yer alacak — Mavi’nin roman boyunca gözlediği ev — ve bir radyo stüdyosu bulunacak. Bu stüdyodaki anlatıcı zaman zaman hikâyenin bazı bölümlerini devralacak.

Kilitli Oda

Fanshawe ortadan kaybolur. Geride karısı Sophie’yi, oğlu Ben’i ve çocukluk arkadaşı olan anlatıcıya emanet ettiği el yazmalarını bırakır. Anlatıcı, zamanla Fanshawe’un hayatının yerini almaya başlar: Yazıları yayımlar — kitaplar büyük başarı kazanır — Sophie ile evlenir ve Ben’i evlat edinir. Her şey yolunda gibi görünür… ta ki Fanshawe’un geri dönüşüne ve önceki iki romandaki karakterlerin bu hikâyede belirmeye başlamasına kadar.

Bu üçüncü bölümde dekorun tamamen değişmesini, şehrin merkeze alınmasını ve sahnelemenin hareket biçiminin de değişmesini istiyorum. Bu romanda — bana öyle geliyor ki — anlatı ilerledikçe bir tür girdap kuruluyor; başkahramanın yaşadığı kimlik krizinde bir girdap, Fanshawe’u yakalama çabasında, Sophie ile yaşamak istediği mutluluk ve aşk arzusunda bir girdap… Ve bir noktada, önceki iki romanın da bu hikâyeye sızmasında. Şehir sahnenin ortasında yer alsın istiyorum ve bu yapıları gizli Marshall kameralarıyla donatarak iç mekânları canlı olarak ön yüzeylere yansıtabileceğimizi hayal ediyorum — Fanshawe’un dairesinden annesinin evine, anlatıcının Paris’e gittiği yerlerden New York sokaklarına kadar. Sonra da düşünüyorum: Belki bu şehri sahnenin ortasına inşa ettikten sonra, projeksiyonlar yardımıyla zamanla bir gemiye dönüştürmek mümkün olur. O gemi ki anlatıcı ile Fanshawe’un hikâye boyunca bindikleri, içlerine doğru açıldıkları bir metafor. Ayrıca başka sahnelemelerimde kullandığım 2D animasyonu, çizgi film tekniğini de bu evrende düşünebilirim. Oyuncuların bu şehir yapısının çevresine çıkmaları, dolaşmaları; hangi kameranın ne zaman açılıp kapanacağına karar vererek, kimi anlarda yalnızca kameranın yakalayabileceği o içsel yakın planları seyirciye sunmak istiyorum — o ruh halleri, o kırılmalar ki yalnızca bir kameranın gözünden izlenebilir. Yine de tüm bunlar sadece varsayım. Adım adım ilerliyorum, bir ip cambazı gibi, elimde hiçbir plan yok, sadece hayal gücümün dengesiyle yürüyorum.

Şimdilik bu üçüncü hikâyenin başkahramanının, önceki iki anlatının radyo sunucusu olacağını hayal ettiğim için, bu kez anlatının tümü belki de önceki romanlardaki karakterler tarafından üstlenilecek. Böyle bir şeyi hayal ediyorum çünkü bu sayede tüm oyun boyunca bir bağ kurabiliriz ve bir bakıma, Cam Kent ve Hayaletler’i okuduktan sonra Kilitli Oda girdiğimizde hissettiğimiz ama göremediğimiz o görünmezi anlatmaya çalışabiliriz.

Üç romanın ilk bölümlerine dair bir uyarlama taslağını başka bir belgede bulacaksınız.
Tüm saygım ve hayranlığımla.
Var olduğunuz ve yazdığınız için teşekkür ederim.
Saygılarla

10 Eylül 2022
- Alo?
- Igor, ben Claire David.
- Evet?
- Haberler iyi. Paul bu projeye atılmanı istiyor.
- Gerçekten mi?
- Evet sana bu proje için tam yetki veriyor. Uyarlama hakkında sana fikrini vermek istemiyor, seni serbest bırakıyor. O sadece prömiyerde bulunmak istiyor.
- Bu çok güzel.
- Evet gerçekten öyle.

Haberde yer alan bilgiler En Votre Compagnie ekibi tarafından paylaşılmıştır.

Yukarı