DOSTLAR TİYATROSU
- Yazan: Vaclav HAVEL
- Çeviri: Ülkü AKBABA/ Kemal BOZTEPE/ Genco ERKAL
- Yöneten: Genco ERKAL
- Dekor, Kostüm: Naz ERAYDA
OYNAYANLAR
- Leopold: Genco ERKAL
- Uli: Ahmet AÇIKGÖZ
- Susanna: Zeynep IRGAT
- Birinci Wenzel: Yüksel ÖZKÖK
- İkinci Wenzel: Serdar BORDONACI
- Lusi: Jülide KURAK
- Olbram: Mehmet AKAN
- Birinci Herif: Avni YALÇIN (İ.B.Ş.T.)
- İkinci Herif: ÖMER ÇOLAKOĞLU
- Birinci Adam: Hakan ÖZİPEK
- İkinci Adam: Haydar MET
- Marketa: Selma KÖKSAL
Aydın Kimliğini Sorgulayan Bir Oyun
Largo Desolato (Buruk Ezgi): Toplumsal ve psikolojik süreçlerdeki mekanizmayı ve modern dünyada insanın nasıl güdüldüğünü açığa çıkartan bir baskı yönetimi yergisi, baskılı bir ortamda kendisine ve çevresine yabancılaşan bir aydının kimlik arayışı, korku ve kaygının yıpratıcı etkilerini dile getiren buruk bir gülmece, düşünce ve dil kalıplarının insanı sürüklediği kısır döngüye alaycı bir yaklaşım, insanlar arası yabancılaşma, kopukluk ve iletişimsizliğin eleştirisi...
Böylesine çok temayı açık seçik ve duru bir tiyatro diliyle neredeyse matematiksel bir düzen içinde biraraya getiren biraraya getiren Largo Desolato’yu çoksesli bir oyun olarak tanımlamak yanlış olmaz sanırım. Gerek iç içe girerek birbirini bütünleyen temaların yoğunluğu, gerek bunların biçimlendirilişindeki düzen, bu oyunu Havel’in kendisinin de vurguladığı gibi müzik diline, müziksel düşünceye yaklaştırıyor. “Repliklerin geri alınması, yinelenmesi, değiştirilmesi, bir kişiden ötekine geçiş, karşılıklı bir alışveriş, geriye doğru giden ya da ileriye doğru akarak birbiriyle çatışan diyaloglar, konuşma motiflerindeki ritm değişimi, zamansal boyut, tüm bunları oyunlarımda bulabilirsiniz. Daha ilk bakışta oyunlarımın açık biçimi ve şematik düzeni göze çarpıyor” diyor Havel, “Yazar olarak konstrüktörüm ben. Oyunlarımın kurgusu çok önemli, bunu bilinçle, açık seçik bir biçimde göstermeye, vurgulamaya, açığa çıkarmaya çalışıyorum, çoğu kez neredeyse geometrik çizgilerle...”
Largo Desolato’nun doruk noktasında direnişi simgeleyen filozof Leopold Kopika’nın içine düştüğü kısır döngü, çok sesli bir boyut kazanır. Çevresindekiler, onun yaşamında uzak yakın yer alan herkes, karısı, sevgilisi, arkadaşı, polisler, işçiler, vb. aynı anda onun çevresini sararak, kendi görüşlerini, düşüncelerini beklentilerini yinelerler. Leopold onlar için hem bir güvence ve inanç kaynağıdır, hem de bir kurban. Tüm sorumlulukları ona yükleyerek kendi vurdumduymazlıklarını sürdüren bu insanlar, bu sahnede uyumsuz seslerden oluşan bir bütünü oluştururlar. Sıkıntılı, bunalımlı dönemlerimizde beynimize hücum eden karmaşık imgelerin ve seslerin etkisiyle kendimizi kapana sıkıştırılmış gibi duyumsadığımız anlar olmuştur. Ne var ki, Havel böylesine bir çıkmazı sergilerken, gerçeği öykünme yoluyla olduğu gibi yansıtan benzetmeci tiyatro geleneğine bağlı kalmıyor. “Benim oyunlarımda ne atmosfer yaratılıyor, ne psikolojik betimlemelere yer veriliyor, ne de insan ruhunun gizemli derinliklerine iniliyor. Oyunların kurgusu, nasılı ustaca gizlendirmeye çalışıldığı gibi, yaşamın doğal akışına uygun düşen olaylara da yer vermiyor”
Çağdaşları Brecht gibi, Pinter gibi, Beckett gibi, Havel de düşünmeye ve kurmacaya ağırlık veren bir yazardır. Toplumsal mekanizmadaki çelişkilerin sergilenmesi onu epik tiyatroya yaklaştırırken, bu çelişkilerin bireyi içine sürüklediği absürd döngü, uyumsuz tiyatroyu anımsatıyor. Havel’in amacı, izleyenin özdeşleşebileceği tipler ya da kendisini kaptırabileceği olaylar yaratmak değil, onu bir düşünce sürecinin içine sokarak uyandırmak, bilinçlendirmektir. Gerçekten de, Buruk Ezgi’nin başkişisi Leopold’e kendimizi ne denli yakın duyarsak duyalım, bir türlü özdeşleşemeyiz onunla. Tam onun duygularını, kaygılarını paylaştığımız, onun için üzüldüğümüz, ona acıdığımız anda, düşüncelerindeki, sözlerindeki sahteliği ve yapaylığı sezip uzaklaşırız ondan. Kimdir Leopold?... İnsanların onda gördükleri, görmek istedikleri biri mi, yoksa yıpranmış, tükenmiş bir insan mı, yoksa hep başkalarının kendisi hakkındaki görüşlerini yineleyen, kendisine ait duygu ve düşünceleri bile kalmamış, özgünlüğünü bütünüyle yitirmiş bir kişi mi? Direnişin ve umudun sözcüsü mü, yoksa kendi dışında güçlerin elinde oyuncak olan bir kukla mı?
Özdeşleşme ve yabancılaştırma arasındaki gelgitler, okuyucuya ya da izleyiciye sürekli olarak yeni yeni sorular yüklüyor. “İzleyicinin, içerdiği gerçeklikle kolaylıkla özdeşleşebileceği ama yine de belli bir yapaylığı ve sahteliği sezebileceği, dengesini bıçağın ucunda bulan diyaloglar yazmak hoşuma gidiyor” diyor Havel kendisiyle yapılan bir röportajda. “Bazı gerçeklerin inandırıcı bir biçimde dile getirildiği ama temelinde baştan sona yalan olan monologlar hoşuma gidiyor.”
Havel’in dile getirdiği çelişkiler yer yer buruk bir gülmeceye dönüşerek, absürd bir boyut kazanıyor: Leopold’un sevgilisiyle başbaşa kaldığı anlarda bile felsefi bir söylev çekiyormuş gibi sürdürdüğü konuşmaları; polislerin baskısından sonra yaşadığı korkuyu dile getirdiğinde, karısının onu yarı kulak dinleyip mutfaktaki kap kacakla ilgilenmesi; Leopold’un dört duvar arasında tutsakmış gibi yaşaması; karısının sevgilisinin Leopold’la uzak yakın hiç ilgisi olmamasına karşın, büyük bir ilgiyle onun sağlığıyla ilgilenmesi; arkadaşının onun hal ve hatrını sormak için söylediği sözlerin, polisli sahnelerde yinelenerek, bu kez bir baskı aracı olarak kullanılması; Leopold korkular içinde bocalarken ikide birde evine gelen iki işçinin onu bir kahraman gibi görüp göklere çıkarmaları ve sonunda tüm tehditlere karşı göğüs gerip tutukevine gitmeye razı olduğunda polislerin ona hiç aldırmamaları... Tüm bu çelişkiler, durmadan yinelenerek boş kalıplara düşen sözcükler aracılığıyla veriliyor.
Havel’e göre, bu çelişkiler, en çarpıcı biçimde düşüncelerimizde ve düşüncelerimizi belirleyen bir dilde ortaya çıkar. Dil, yaratıcı bir güç olarak harikalar yaratabileceği gibi boş bir kalıba da dönüşebilir. Yapıcı olabileceği gibi yıkıcı da olabilir. “Dil gizemli, çokanlamlı ve sinsi bir göstergedir. Karanlıkta parlayan bir ışık olabileceği gibi, aldatıcılığı ve fanatizmi ile insanı hipnotize ederek, ölümcül tehlikelere yol açabilir...”
Bu bakımdan, eleştirel düşünce yaşamımızı yönlendiren temel davranış olarak savunur Havel. Havel’in eleştirel düşünceden anladığı, her tür kısırlıktan, atbakışından, saplantıdan arınmış, çok anlamlı ve çok boyutlu bir düşüncedir. Bu düşünce, temelini kuşkuda bulur. “Sözlere duyulan kuşku olumsuz olanı önlerken, aşırı güvence felaketlere yol açabilir.” Diyor Havel, Frankfurt Kitap Fuarı için hazırladığı konuşmasında. Ve kendi toplumunun yaşadığı uzun ve baskılı dönemin sonucu genellemelere, ideolojik deyişlere, kalıplaşmış laflara, insanın duygularını hedef alan aldatıcı, tatlı sözlere, demagojiye karşı bağışıklık kazandığını söylüyor.
Kuşkusuz, bu bağışıklık dünden bugüne kazanılmamış. Ancak tarihsel bir süreç sonunda türlü baskılar yaşandıktan sonra elde edilmiş. Bu bakımdan Çekoslovakya’nın bugün vardığı aşamayı; yıllarca tutukevinde sürünen Havel’in bugün Cumhurbaşkanı olabilmesini bir rastlantı değil, tarihsel bir birikimin ve gelişimin sonucu olarak görmeliyiz. Doç. Dr. Zehra İPŞİROĞLU